KÖPRÜDEN GEÇERKEN GÖZLERİMİZİ KAPATTIK! 

 

Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçiyorduk.

Köprünün ortasında eşime döndüm: “Önüne (Asya tarafı) ve arkana (Avrupa tarafı) bir daha bak. Arkanda Dolmabahçe Sarayı, önünde Beylerbeyi Sarayı” dedim, “Bu, İstanbul’u herhalde ya da çok büyük olasılıkla son görüşümüz olacak…”

 

İki tarafı da seyretti. Yüzünü çevirdiğinde gözleri nemliydi. Galiba benim de. Hatta oğlumun da.

28 küsur yıllık bir hayatı ya da dönemi arkamızda bırakıyorduk.

28 yıl bir insanın, ömrünün üçte birinden fazlası demekti.

28 yıl antik Yunan’da ve antik Roma’da ortalama yaşam süresinin yarısından çok daha fazlası demekti.

 

Günümüzde ise insanın ortalama ömrünün üçte biri olan 28 yılın bir anlamı daha vardı: O insan ancak sağlıklıysa bu hesabı tutturabilirdi. Ya da Türkiye’nin ortalama yaşam süresinin belki biraz ötesine varabilirdi. Yüksek atlama atletinin 3 metreyi gösteren çıtanın üstünden atlaması, ya da bir uzun mesafe koşucusunun 42 kilometre 195 metrelik maratonu tamamlayıp varış ipini göğsüyle çözmesi gibi bir şey.

Gazetedeki yakın çevremden Hıncal Uluç 83 yaşında hayatını kaybetmişti, Mehmet Barlas 81 yaşında, Engin Ardıç 71 yaşında, hele hele Şaban Arslan 56 yaşında.

Hiçbiri 3 metrelik çıtayı aşamamışlardı. En çok yaklaşan Hıncal Uluç olmuştu. Ah, o kalça kemiği kırılmasa belki çıtayı düşürmeyecek, 3 metreyi, yani 84 yaşı geçebilecekti. …

Sesime neşeli bir ton vermeye çabalayarak eşimi rahatlatmaya çalıştım:

 

““Bak, elimiz ayağımız tutuyorken memlekete dönüyoruz. En azından postu burada bırakmadık… Ya İstanbul’da ölseydik?”

Cevap vermedi. Ama esprimin hiç de hoşuna gitmediği belliydi.

Oğlum da suskundu. Kolay mı; onun da çocukluğu, yani ilkokul sonrası tüm hayatı İstanbul’da geçmişti.

 

---- ----

 

İstanbul’a geldiğim, daha doğrusu kalıcı olarak geldiğim günü anımsadım. (Not: “Temelli geldik” diye düşünüyordum. Ve İstanbul’da yeni bir hayata daha kolay, daha uyumlu, daha severek alışabilmek için belleğimden İzmir yıllarımı silmiştim.)

Atatürk Havalimanı’na ayağımı bastığım günü hiç unutmadım, asla unutmayacağım: 15 Ocak 1995.

Küçücük bir valizle inmiştim -o zamanlar- Yedi Tepeli Şehir’e. (Şimdi kimbilir kaç tepe. Sadece bizim semtimiz Maslak’ta onlarca, onlarca tepe yükseliyor. Yani gökdelen.)

Valizimde bir-iki iç çamaşırı, bir çift çorap, iki kravat, iki gömlek ve bir de yedek takım elbise vardı.

 

Hiç unutmuyorum; gazete(m) Polat Renaissance Oteli’de yer ayırtmıştı. Gazete(m)in M’sini parantez içinde yazmamın nedeni şu: Henüz bir görüşme yapmamıştık. Dinç Bilgin “Gel” demişti, gelmiştim.

Ertesi sabah, İkitelli’de Sabah Medya Plaza’ya gittiğimde, kulakları çınlasın Zafer Mutlu, “Dinç Bey talimat verdi, hemen başla” deyince, gazetemin parantez içindeki “M” harfi kalktı.

Önce yayın danışmanı, sonra yazı işleri müdürü, sonra yayın koordinatörü, sonra başyazar, sonra sadece yazar, sonra genel yayın yönetmeni…

28 küsur yıl geldi geçti… Ama bir şey söyleyeyim mi, gerçekten de deldi geçti.

 

---- ----

 

İşte şimdi hepsini, her şeyi, o koskoca, upuzun yılları arkamda bırakıyordum, arkamızda bırakıyorduk.

Gözyaşlarını gizlemeye çalışan eşime, kekeleyerek ama sözcükleri dikkatle seçmeye çalışarak bir teselli denemesinde daha bulundum:

 

“Bak sevgili karıcığım, bu 28 yılda iki oğlumuzun da en iyi okullardan mezun olmalarını sağladık. Hatırlar mısın, ilk geldiğimiz yıllarda, ‘Bir oda bir salon olsun razıyım, yeter ki kendi evimizde oturalım, kiradan kurtulalım’ diyordun. Çok şükür, bir evimiz oldu. Hem de üç oda, bir salon. Gerçi şimdi arkamızda bırakıp gidiyoruz ama bir daha göremeyecek olsak da o hala bizim evimiz. Fena bir bilanço sayılmaz değil mi?”

 

Cevap vermedi. Oğlum da suskun dinledi. Pinçır cinsi küçük köpeğimiz Baby ise mızmızlanmaya başladı. O, İstanbul doğumluydu. Ve memleketine veda ediyordu. Hissediyordu. Bilinmez geleceğin tedirginliği, hatta korkusu gözbebeklerine sinmişti.

 

“Korkma” dedim, “Umarım, yeni yuvamızda da mutlu olursun…”

 

---- ---

 

Otoyol gişelerine yaklaşıyorduk. Eşime, “Son bir defa bak İstanbul’a” dedim.

Elleriyle yüzünü kapattı, başını olumsuz anlamda salladı.

Ben de son defa bakmaya cesaret edemedim. Oğlum da. Köpeğimiz de.

Ve gişelerden geçip gittik.

“Lütfen bas gaza” dedim şoföre.

Elveda İstanbul... 

 

Mail: erdal.safak@outlook.com


YAZARIN DİĞER YAZILARI