Bir insan son nefesini verip dünyaya veda ettikten yıllar, on yıllar, hatta yüzyıllar sonra bile yaşamaya devam edebilir mi?

 

Cevap: Elbette.

 

Ölümden sonra bile yaşamak tarihin efsane kahramanlarıyla sınırlı değil.

 

Elbette tek kitaplı veya kitapsız peygamberler (Hazreti Muhammed, Musa, İsa, Buda), cihan imparatorları (Cengiz Han, Timur, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Charlemagne, Büyük İskender, Charles de Gaulle, Sir Winston Churchill), elbette keşifleriyle dünyayı hallaç pamuğu gibi atan büyük denizciler (Vasco de Gama, Christophe Colombe, Macellan), dünya düzenini olumlu veya olumsuz anlamda alt-üst etmiş karizmatik liderler (Mustafa Kemal Atatürk, Vladimir İlinoviç Lenin, Joseph Stalin, Mao Ze-Dong, Benito  Mussolini, Adolf Hitler, John Fitzgerald Kennedy, Franklin Roosevelt), bilimsel devrimlere imza atmış dâhiler (Albert Einstein, Thomas Edison, Nikola Tesla, John Ford)) ve de nice kompozitör, edebiyatçı, filozof toprağın altında olsalar ve çoktan çürümüş, hatta iskeletleri bile kaybolmuş olsa da aramızda yaşamaya devam ediyorlar.

 

Daha da geriye gideyim. Socrates’in, Aristo’nun, Platon’un, İbni Haldun’un öldüklerini kim iddia edebilir? Hatta böyle bir inkara veya cehalete cüret edebilir?

 

---

 

Ancak, yüzyıllar sonrasından yüzyıllar, hatta binyıllar öncesine el sallamak için mutlaka “Büyük adam” olmak veya öyle tanımlanmak şart değil.

 

Sıradan bir insan olarak doğup, büyüyüp, yaşayıp ölseniz bile, yüzyıllar sonra kimbilir kaç kuşak sonraki torunlara göz kırpabilirsiniz.

 

İşte bunun bir örneği.

 

100 yıl önce hayata veda etmiş olan Danimarkalı bir işadamı.

 

Hikayesini okuyunca çok etkilendim; ölüm ve ötesi ile ilgili düşüncelerimi, korkularımı, inançlarımı bir kez daha gözden geçirdim.

 

O Danimarkalı işadamının 100 yıl öncesinden bize salladığı elini tutup sıkı sıkıya avuçlarıma hapsettim.

 

Hikayesini çevirdim ve “Feneroporter” sitemizde yayınladım.

 

Ancak çok daha fazla ilgiyi, hayır sevgiyi, hayır saygıyı, hayır hepsini birden hak ediyor.

 

Buyurun…

 

---

 

1852’de Danimarka’nın küçük bir kentinde doğup 1923’te Monte Carlo’da ölen Lars Emil Bruun, tereyağı ticaretinden büyük bir servet yapmıştı.

 

Bütün kazancını eski sikkelerin ve dövizlerin alımına harcamıştı. Sonunda göz kamaştırıcı bir koleksiyon oluşturmuştu. “Bu koleksiyon benim değil; Danimarka’nın. Devlet zora düşerse bunlar onun derdine bir ölçüde de olsa merhem olabilir” diyordu.

 

60 yıllık birikimini harcadığı koleksiyonunu torunlarına, torunlarının çocuklarına emanet etti. Sat(a)mamaları koşuluyla. Vasiyetinde şöyle demişti: “Ölümümden itibaren 100 yıl boyunca bu koleksiyon Danimarka’nın ulusal bir serveti olarak korunacak. Çünkü, Birinci Dünya Savaşı’nı gördüm ve ulusal servetlerin nasıl yok olduklarına tanıklık ettim.”

 

---

 

Lars Emil Bruun, çocukluğundan itibaren tutkuyla bağlandığı “Nümizmatlığa” (Para koleksiyonculuğu) 1859’da amcasının ölümüyle başladı. Çünkü amcası ona bir sürü sikke bırakmıştı.

 

Borç-harç girdiği tereyağı ticaretinde bir yandan iç pazara, bir yandan da yurt dışına yaptığı satışlarla bir servet edinmeyi başardı.

 

Bu servet sayesinde tutkusu olan sikke koleksiyonculuğuna yatırım yapmaya başladı.

 

---

 

Bruun’un koleksiyonu o kadar zengin ki, peş peşe birçok müzayede düzenlenecek. İlk müzayedede Danimarka, İsveç ve Norveç’in altın ve gümüş sikkelerinden oluşan ve bazıları 15’inci yüzyıla kadar giden 280 parça 14,8 milyon Euro’ya satıldı.

 

Ancak en heyecanla beklenen müzayede 1496 tarihli Kral Hans dönemi altın paraları olacak.

 

---

 

Avrupa medyası haftalardır bu koleksiyonla ve onu yaratan ve 100 yıl sonrasına miras bırakan Lars Emil Bruun’un haberlerini yayınlayıp duruyor.

 

Ve, Danimarka hükümeti onun “ulusal kahraman” olduğunu belirtiyor.

 

Söyler misiniz; sıradan bir işadamı olan Lars Emil Bruun ölü mü, yoksa ruhu aramızda dolaşıp duran, 100 yıl öncesine göre daha capcanlı biri mi?

 

Mail: erdalsafak029@gmail.com


YAZARIN DİĞER YAZILARI