Vay canına! Emekliye ayrılalı üç hafta olmuş bile.

Yarım yüzyılı aşkın meslek anılarımı –Turkuvaz Kitap’ın talebiyle- yazmaya başladığım için, zamanın nasıl geçtiğini pek farkedemiyorum. Ama sonunda miskinleşmekten korktuğum için Boğaz’a inip deniz havası almak istedim.

Arnavutköy’e gittim. Sahildeki amatör balıkçıları seyretmek için.

Hepsinin ortak bir umudu vardı: Kısmet açıksa, hiç değilse akşam nevalesini masrafsız karşılamak. Bir de gizliden gizliye, “Oltam bugün bereketliyse, akşam yemeği için birkaç balık ayırıp, gerisini restoranlara satarım, böylece cebime birkaç lira girer” umudu veya duası.

Tabii o Boğaz’ın restoranlardan gelecek birkaç lira (Dürüst olalım; birkaç on lira, belki de yüz lira), içlerinden en azından bir bölümü için 35’lik rakı demekti. Haydi, kısmetsizlerse, 20’lik rakı.

Sahil boyunca emekliliklerinden sonra –Biraz vakit geçirip oyalanmak, çokça akşam yemeğini bedavaya getirmeye çalışmak derdindeki- çoğu hala olta savurmayı bile öğrenememiş amatör balıkçıların arasında dolaşmaya başladım.

Derken hüzünlü mü hüzünlü, her oktavında binbir dert yüklü bir sesten bir şarkı çalındı kulağıma:

“Hayal içinde akıp geçti ömr-ü derbederim.

Bakıp bakıp da o maziye şimdi ah ederim.”

(Beste: Rakım Elkutlu. Makam: Nihavend. Usül: Düyek.)

Sanki büyülenmiş gibi, sesin, yani şarkının nağmelerinin sanki çevresini rahatsız etmekten çekiniyormuş gibi iyice alt perdelerden yayıldığı tarafa gittim.

Biraz dolaşıp, biraz arayıp sesin kaynağını buldum.

70’li yaşlarda, orta boylu, saçları kırarmış –eh, olacak o kadar- biraz da uzamış (Herhalde berber masrafından tasarruf etmek için) ama sağlıklı görünen amatör balıkçıyı buldum. Yanına, hayır yakınına iliştim. Bir süre izledim. Sonra belki bir sohbet kapısı aralanır umuduyla seslendim:

-Rastgele.

-Sağolasın.

-Az önce bir şarkı mırıldandığınızı duydum. Daha doğrusu Boğaz’ın rüzgarları o şarkıyı benim kulaklarıma taşıdı. Hayrola, derdiniz ne, bana açılabilir misiniz? Tabii sizce sakıncası yoksa.

İçini çekti. Yutkundu. “Seni samimi bldum. Önce şu siz-biz resmiliğini bırakalım” dedi. “Bırakalım ki, ben içimden geldiği gibi konuşabileyim, anlatabileyim…”

Yüzüme baktı: “Eh, aynı yaşlarda sayılırız. Demek ki, sen de emeklisin. Ama oltan olmadığına göre, en azından henüz amatör olta balıkçısı olarak aramıza katılmamışsın. Emin ol, er-geç geleceksin. Haa söyleyeyim, en az kazıklayan balıkçı alet-edevatını satan yerleri Karaköy’de bulabilirsin. Burada tezgah açanlar pahalı.”

Eliyle sahilin en solunda bir yeri göstererek, “Oltana takacağın yemleri de aha şu gençten alabilirsin.”

Sonra biraz durdu, soluklandı ve sorumu yanıtlamak için tane tane, her sözcüğün üstüne hınçla basa basa konuşmaya başladı.

“Uzun, çok uzun, nereden bakarsan bak 53 yıldan fazla bir çalışma hayatından sonra emekli olmak istedim. Elim-ayağım tutarken, hiç değilse 2-3 yıl hayatın tadını çıkarmak için. 70 küsur yaşındaki bir insan için çok da fantezi bir hayal sayılmaz değil mi?

Ama hayatın acımasız gerçekleri birkaç gün içinde tokat gibi yüzümde patladı. Sorular peşpeşe üşüştü: İki oğlum var, ikisi de işsiz, emekli maaşımla onların hayatlarını nasıl idame ettireceğim? Köpeğim var, mama ve veteriner masrafı ayda bin liranın üstünde, nasıl ödeyeceğim? Ev kendimin ama aylık aidatı 6 bin liraya dayandı, nereden bulacağım? Elektrik, su, telefon faturaları ayda en az 2 bin lira, nereden kısacağım?”

Soluklanmak bahanesiyle, oltayı çekti, ucunda yemin kalmadığını farkedip (Aslında çoktan biliyordu, balıkların yakalanmadan yemi yuttuklarını; eh ne de olsa onlar da hayatta kalma mücadelesinde pişmişlerdi) yeni bir yem taktı. Oltayı tekrar savurdu, bana döndü:

“Emekli aylığım 10 bin 100 lira. Saydığım faturalara, harcamalara bile yetmiyor. Kıdem tazminatı da suyunu çekmek üzere. Peki, ben ne yapayım? Bu yüke ne kadar katlanabilirim? Son tasarruflar da tükendikten sonra, kendimi şu Boğaz Köprüsü’nden aşağı mı atayım?”

“Bu kadar karamsar olma. Allah herhalde sana bir yol gösterir, bir çare fısıldar” diye kekelemekten başka bir şey gelmedi elimden.

“Rastgele, kısmetin açık olsun” diye vedalaştım.

O şarkısına kaldığı yerden devam ediyordu:

“Ne bir emel, ne ümit var, hayat bu muydu derim.

Bakıp bakıp da o maziye şimdi ah ederim.”

(Güfte: Nahit Hilmi Özeren.)

O ihtiyar balıkçı bendim.

Oltayı içimdeki denize atmıştım…

 

Mail: erdal.safak@outlook.com


YAZARIN DİĞER YAZILARI