BİR RÜYAYMIŞ GELDİ GEÇTİ

 

Sevgili Ağabeyim Türker İnanoğlu ile ilgili olarak benden bir yazı beklendiğini biliyorum.

 

Bilerek ya da kasıtlı olarak herkesin eteğindeki taşı dökmesi için birkaç gün bekledim.

 

Çünkü seveni ne kadar çok olursa olsun, onun Yeşilçam yıllarındaki kariyerinden yüreklerinde kin demesem bile öfke tortuları kalmış pek de azımsanmayacak bir grubun var olduğunu görüyordum.

 

Yani, madalyonun bir önü vardı, bir de arkası…

 

Peki, ben sevgili Türker Ağabeyimi madalyonun hangi yüzüne koyacaktım ya da hangi yüzünde görmek isteyecektim? Şöyle bir mantık yürüttüm:

 

Günahlarına ortak değilim. Olamam da. Çünkü dahlim yok.

 

Sevaplarından da  asla pay isteyemem, çünkü haddim değil. Olamaz da. Hiçbir katkım yok.

 

(Not: Sevapları denince, kıyamet koparan bir polemik başlıyor: Kimilerine göre, vakti zamanında çalıştığı, çalıştırdığı Yeşilçam’ın eski  emekçilerine hayatlarının bu yokluk döneminde bir nefes imkanı sağlıyordu. Kimilerine göre ise, çalıştığı, çalıştırdığı dönemlerde süründürdüğü insanlara, vicdanını rahatlatmak için sömürüsünün KDV’sini veriyor veya lütfediyordu.)

 

Bu polemikte veya ölüm sonrası hesaplaşmada taraf tutmam mümkün değil.

 

Çünkü ne ben onun işine zerre kadar karıştım. Zaten haddim değildi.

 

Ne de o benim işimle ilgili en küçük bir talepte bulundu.

 

Ardından çok şey söylendi, çok şey yazıldı.

 

Çok kişi daha mezarına, son ikametgahına yerleştirilmesini, üstüne 5 karış toprak atılmasını bile beklemeden kimbilir kaç yıldır içlerinde biriktirdikleri öfkelerini, hatta kinlerini kustular.

 

“Merhumu nasıl bilirdiniz?”

 

“Hakkınızı helal ediyor musunuz?”

 

Cenaze namazı kılınırken, klişe olarak bu iki soru cemaate yöneltilir.

 

Cenaze namazlarında bu sorularla ilgili genellikle, hatta çok büyük çoğunluğuyla cemaatten olumsuz bir yanıt duymadım. (Not: İstanbul’da bir yazarımızın, İzmir’de de benim sorumluluk makamlarına taşıdığım bir gazetecinin cenaze törenlerinde söylenenler ve sonra medya platformuna taşınanlar hariç.) Bir İkiyüzlülük mü, yoksa hoşgörü mü veya “Nasıl olsa ölüp gitti, bir de öbür dünyada onu vicdani bir yükle karşı karşıya bırakmayalım” bağışlayıcılığı mı? Kimbilir…

 

---

 

Ben konunun başına döneyim.

 

Biz üç dosttuk. Üç  sıkı dost. Grubun lideri Türker Ağabey idi. Diğer 2 üye ise Hıncal Uluç ve Erdal Şafak.

 

Türker Ağabey, her ay bir ritüel gibi, bir gün akşama doğru arar, “Erdal, yarın akşam buluşmaya ne dersin?” diye sorardı.

 

Ona “Hayır” demek aklımın ucundan bile geç(e)mezdi.

 

Ertesi akşam buluşurduk. Türker İnanoğlu, Hıncal Uluç (O da hiç sektirmezdi) ve ben Erdal Şafak.

 

Masamızda başka konuklar veya davetliler de olurdu. Mevsimlere, yıllara, kariyerlerindeki değişikliklere bağlı olarak gelip giden konuklar. Birkaçını sayayım:

 

Erdoğan Aktaş, Şengül  Balıksırtı, Uygar Eremektar, Erman Yerdelen, Ünal Özüak, Zafer Balkan…

 

Ayrıca bugün artık kimsenin hatırlamadığı eski Yeşilçam’ın bir kameramanı, ışıkçısı, yönetmeni  veya  bir figüranı…

 

Bu gruba yılda bir-iki kez taa Los Angeles’ten gelen, Türk basınının bir zamanlar en ünlü Hollywood muhabiri olan Safter Yılmaz katılırdı.

 

Hayır, hiç bir buluşmamızda dereden tepeden söz etmezdik.

 

Asla siyaset de konuşmazdık.

 

Sohbet mönümüz genellikle sağlık, sinema, sanat, spor olurdu. (Bizim ifademizle”4 S”)

 

Bazen de Hıncal Ağabey’in “Erdal heybende yeni neler var?” sorusuyla tetiklenen bilim konuları.

 

Tıptaki son gelişmeler, fizik, astrofizik, astronomi, ekoloji, hayvanlar, okyanus bilimi gibi…

 

Çünkü ben özellikle Hıncal Uluç’tan böyle bir soru gelebileceğini bildiğim için o yemeklere çok hazırlıklı giderdim.

 

Hey gidi günler…

 

Bir rüyaymış, geldi geçti…

 

Devamı haftaya Pazar…

 

Çünkü, Türker  Ağabeyim en az iki yazıyı fazlasıyla hak ediyor.

 

Mail: erdal.safak@outlook.com


YAZARIN DİĞER YAZILARI