Önce özür dilerim.

 

Rusya-Ukrayna  savaşındaki gelişmelerle ve ufukta görünen “İyice yaklaşan son”la ilgili dizi yazıma bu hafta ara vermek zorunda kalıyorum.

 

“Mücbir sebep”ten, yani zorunlu nedenden ötürü.

 

Ve bu da ne yazık ki, yine “Bir ölünün ardından yazısı” olacak.

 

Son dönemde çevremden o kadar dünyaya veda eden oldu ki…

 

O kervana işte biri daha katıldı.

 

---

 

Kötü haberi baldızım haber verdi: “Mine öldü.”

 

İzmir’in gelmiş geçmiş en efsane Büyükşehir Belediye Başkanı ve benim canım ciğerim olan Ahmet Piriştina’nın eşi, Mine Piriştina…

 

Ne güzel, ne keyifli, ne kahkahalı günler ve geceler geçirmiştik. Elbette, Ahmet  hayattayken.

 

Ölüm hiç birimizin aklının ucundan geçmiyordu.

 

Neden geçsin? Hepimiz 45-50’li yaşlardaydık. Hepimiz sağlıklıydık. Sadece, Ahmet’in aileden, genlerinden gelen gut hastalığı vardı, o kadar.

 

Meğer o kadar değilmiş. Meğer kader Ahmet’e sinsi bir tuzak kuruyormuş: 15 Haziran 2004’te ilk kalp krizinde hayatını kaybetti. O da ailenin mirası, genlerine işlemiş bir tehlikeydi.  Önlenemedi. Kurtarılamadı.  Sadece 52 yaşındaydı.

 

---

 

Mine, Ahmet’in ölümünden sonra iflah etmedi. Zaten çok sigara içiyordu. Eşinin kaybından sonra iki misline çıkardı. Sonunda olan oldu. Gırtlak kanserine yakalandı.

 

Durumu hızla kötüleşti. Elden ayaktan düştü. Tekerlekli iskemleye mahkum oldu. Ve son… 69 yaşındaydı. Geride 2 çocuk ve 3 torun bıraktı.

 

Mine Piriştina, eşinin ölümünden sonra kaleme aldığım bir yazıdan ötürü bana dargındı.

 

15 Aralık 2009 tarihinde yayınlanan “Koleksiyon” başlıklı yazım özetle şöyleydi:

 

 

Müzayedeyi yöneten "Yok mu artıran" diye sordu üç kez üst üste. Salondan cevap veren çıkmayınca, "Sattım" diyerek tokmağını gonga vurdu. Nedim Günsür'ün "Çardak" tablosu 70 bin liraya yeni sahibine gitti.

 

O tabloda Sadun Aren hocanın boğuk öksürükleri gizliydi. Ya 1993'te ya 1994'te bir akşam yemeğinde Doğu Bloku'nun dağılmasının ve komünizmin çökmesinin ardından Marksizm'in geleceğini anlatırken, sohbetini kesen öksürükler...

 

Yönetici "Yok mu artıran" diye seslendi salona. Yanıt alamayınca "Sattım" diyerek tokmağı bir kez daha gonga vurdu. Nedim Günsür'ün bir başka tablosu, "Karadeniz Ereğlisi" 75 bin liraya sahip değiştirdi.
 

 

O tabloda da -kulakları çınlasın- Aydın Boysan'ın nüktelerinin tetiklediği kahkahalar saklıydı. Arnavut usulü fırında kuru fasulye ve lahana turşulu Arnavut böreği eşliğinde rakısını yudumlarken patlattığı espriler masadakileri kırıp geçirmişti. "Karadeniz Ereğlisi" asılı olduğu köşeden izlemişti hane halkının ve konukların gözlerinden yaş gelinceye kadar gülmelerini.

 

Müzayede yöneticisi "Yok mu artıran" diye seslendi. Yanıt alamadı. "Sattım" diye tokmağı gonga vurdu. Burhan Doğançay'ın "Ribbon Series"i 24 bin liraya alıcı buldu.
 

 

O tabloda Behice Boran'ın anıları yüklüydü. 12 Eylül'ü izleyen zor dönemdeki acısı ve hüznü. O tablonun süslediği salonda bir köşeye büzülür, gün boyu okurdu. Sessiz sedasız. Hane halkı da saygıyla ve sevgiyle ağırlardı

 

"Çileli"yi.

 

Yönetici "Yok mu artıran" diye bağırdı. Yoktu. Tokmağı gonga vurdu ve "Sattım" diyerek bir tablonun daha kaderini belirledi. Adnan Çoker'in "Alt Kenarlar"ı 19 bin liraya gitti.

 

O tablo rahmetlinin heyecanıyla doluydu. Aldığında telefona sarılıp nasıl da coşkuyla anlatmıştı bir Adnan Çoker'i olmasını. Sonra göstermek için eve davet etmişti. Çerçevesini sevgiyle, hayır tutkuyla okşarken elleri titriyordu.

 

Müzayede yöneticisi yine "Sattım" diye gonga vurdu. Nuri İyem'in "Kadın Portresi" 23 bin liraya kadar yükselebilmişti.

 

Tablonun asıldığı yeri gözümün önüne getirmeye çalıştım. Evet, "Melankolik bir yüz ifadesiyle gözlerimizin ardındaki belirsiz bir boşluğa bakan çakır gözlü ve hüzünlü kadın" çalışma odasındaydı.

 

En çok yönetici "Lüferciler" için "Sattım" gongu vurunca kahroldum. Nedim Günsür'ün 75 bin liraya alıcı bulan o tablosu, sevgili dostumun koleksiyonunun en sevdiğim parçasıydı. Evine her ziyaretimde mutlaka önünde durur, bakmaya doyamazdım.

 

Dostum? Rahmetli İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina.

 

Ne özverilerle, kaç yılda oluşturmuştu o koleksiyonu. Önceki gün düzenlenen müzayedede dağıldı gitti.
 

Pilevne Bulvarı'ndaki evin bomboş kalan duvarları üşüdü.
 

Ve Aşağı Narlıdere'deki mezardan bir sessiz hıçkırık yükseldi.
 

Ağladım...

 

---

 

Mine Piriştina’ya veda ederken, Ahmet’in çevresinden olan ve benim de sohbet etmeyi sevdiklerimden kimlerin göçüp gittiğini düşündüm. Hangi birini sayayım ki?

 

Feyyaz Gülmen (Ahmet’in eniştesi), Gencer Koyuncuoğlu (Teknesiyle ne keyifli saatler geçirdiğimiz işadamı), Nedim Demirağ (Hürriyet’in eski Ege temsilcisi, Erol Simavi’nin İzmir’deki vekili, gözlerine bakınca bile ömrünüzün uzadığını hissettiğiniz can arkadaş), Aydın Boysan (Mimarların en rakıcısı), Şinasi Ertan (İzmir’in duayen sanayicisi), Hamdi Türkmen (Benim gibi gazeteci)…

 

---

 

Mine Piriştina, yokluğuna dayanamadığı eşine kavuştu. Onunla aynı mezarlıkta ebedi uykusuna daldı…

 

Zaman zaman kendime “Hayat nedir?” diye sorarım.

 

En doyurucu yanıtı yine kendim buldum:

 

“Hayat, ölülerin gölgeleri arasında dolaşmaktır. Ta ki, sen de o gölgelere katılıncaya kadar.”

 

Mail: erdal.safak@outlook.com


YAZARIN DİĞER YAZILARI