Pazar Yazıları Türker İnanoğlu'nun Ardından -2
GİTME, KAL BU ŞEHİRDE
Ben, çevremde yer alanları veya ilişkide olduklarımı, -ailem dışında- sınıflara ayırırım.
En tepede “Sıkı dostlar”ım yer alır. Başımı omuzlarına dayayıp doya doya ağlayabileceğim veya ağlayabildiğim, zor günlerimde sadece seslerini duyup moral bulmak için aradıklarım, zaman zaman buluştuklarımızda onların gözlerindeki ışıkta yıkanıp adeta hayata yeniden doğduğum sayıları çok da olmayan “Sıkı dostlar”.
Sonra dost ile arkadaş arasında bir noktaya yerleştirmeye çalıştıklarım gelir. Görünce sevindiğim ama bel bağlamadığım (Not: Manevi anlamda söylüyorum) grup.
Daha sonra arkadaşlar gelir. Sadece buluştuğumuzda sohbet ettiklerim.
Sonra sonra işyerinde birlikte çalıştığım ve ilişkilerimizin sadece işyeri mekanıyla sınırlı oldukları gelir. Onların klasmanın daha üstüne çıkması kolay değildir.
Çünkü geçmişte o üst sıralara çıkardıklarımın beni nasıl sırtımdan hançerlediklerini, nasıl kalleşçe sattıklarını bildiğim için, sütten ağzı yanmış biri olarak ayranı üfleyerek yudumlarım.
İşte bana özgü bu klasmanın en tepesinde 3 kişi vardı:
1-Ahmet Piriştina.
2-Hıncal Uluç.
3-Türker İnanoğlu.
---
Üçünü de yitirdim. Ve tek başıma kaldım.
Önce İzmir’in efsane Büyükşehir Belediye Başkanı olarak tarihe geçen Ahmet Piriştina’yı kaybettim.
Hiç unutmuyorum. Piriştina’nın oğlu Levent’in evlilik töreninin Türk geleneklerine göre ilk aşaması olan kına gecesi için Çeşme’de bir akşam daveti düzenlenmişti.
Piriştina aradı: “Kadınlar kendi aralarında kına gecesi yapacaklar. Atla gel. Biz de İzmir’de yemek yiyelim. Hem de sana son icraatlarımı gösteririm.”
“Yarın gelsem olur mu” dedim.
İç geçirdi.
Ertesi sabah sekreterim aradı: “Piriştina ölmüş!”
Gök kubbe başıma çökmüş gibi oldu.
Hiçbir dilde hiçbir sözcüğün anlatamayacağı bir trajedi, bir kabus. Sanki dünyanın sonu.
İzmir’i gezmek için sözleşmiştik. Cenazesini uğurlamaya gittim. Yüzbinlerce ama gerçekten yüzbinlerce kişi Nazan Öncel’in “Gitme kal bu şehirde” şarkısının eşliğinde onu uğurluyordu.
Aşağı Narlıdere mezarlığında toprağa verildi. Mezarına atlamaya kalktım. “Beni de gömün” diye haykırarak. Güç bela önlediler. O zaman CHP Genel Başkanı olan Deniz Baykal, gözyaşlarını silerek, “Bu kadar iyi dost olduğunuzu bilmiyordum” dedi iki hıçkırık arasında.
Pirişitina, mezarına 5 karış toprak döktüğümüzde ve son karışı ben küreklediğimde henüz 52 yaşındaydı.
8 Nisan 1952’de İzmir’in Buca ilçesinde doğmuştu. 15 Haziran 2004’te ilk kalp krizinde hayata veda etti. Babası gibi. Kalp krizinden ölüm ailenin genlerinde vardı.
Piriştina’nın ölümünden sonra kalan 2 dostuma sarıldım. Daha doğrusu sıkı sıkıya tutunmaya çabaladım.
Neredeyse 17-18 yıl boyunca onlarla birlikte olduğumda derin derin nefes alarak, Allah’a “Bugünlerimizi aratma” diye dua ettim.
Ama her uykudan bir uyanış, her rüyadan bir kopuş var.
2022 Mayıs’ının başında bir telefon. “Hıncal Bey, evinin bahçesinde, kedileri beslemek isterken düşüp kalça kemiğini kırdı. Hastaneye kaldırıldı.”
İçimdeki yanardağdan lavların püskürmeye başladığını hissettim.
Çünkü, o yaşta, yani Hıncal Ağabey’in yaşı olan 82’de kalça kemiği kırılmasının, ailemde yaşadıklarımdan ötürü, ölüme giden merdivenin ilk basamağı olduğunu biliyordum.
Nitekim öyle oldu. Sevgili Hıncal Uluç, epey çile çektikten sonra 20 Kasım 2022’de hayata veda etti.
Gazetede onu uğurlama töreninde yaptığım konuşmayı gözyaşları içinde nasıl bitirebildiğimi bana sorun.
---
Kaldık mı, Türker İnanoğlu Ağabey ile baş başa…
O da bir hastalıktan öbürüne çırpınıp duruyordu.
Bir gün aradı. İki öksürük arasında, “Erdal” dedi, “Hıncal olmadıktan sonra aylık buluşmalarımızın anlamı değilse bile tadı-tuzu olmaz. Kusura bakmazsın, değil mi?”
O oldu.
Daha doğrusu ayda bir-iki akşam buluşmalarımızın noktası öyle konuldu.
Düzenli olarak telefonla aradım. Her görüşmede bir öncekine göre daha kötü olduğunu hem hissettiklerimden, hem de anlattıklarından biliyor, kendimi psikolojik olarak kötü sona hazırlamaya çalışıyordum.
Kötü ama kaçınılmaz haber 2 Nisan 2024’te geldi. Ama kader bana kötü bir tuzak daha hazırlamıştı.
Sabah Gazetesi ile vedalaşınca mali durumumu bir ölçüde olsun dengeleyebilmek için İstanbul’daki evimi kiraya vermiş, daha en az 10 yıl dönmeyeceğimi zannettiğim “Köy”üme, yani İzmir’in Karşıyaka ilçesine göç etmiştim.
1995’te ayrıldığım 35,5’a. (Not: Karşıyakalılar, kendilerini İzmirli saymaz, “Biz 35’in buçuğuyuz” derler.)
O nedenle Türker Ağabey’in cenaze törenini gözyaşları içinde uzaktan izlemek zorunda kaldım.
---
Tek başıma kalmıştım. Dostsuz. Derin acılar içinde. Sıra bana geliyordu. “Kimbilir, nerede, nasıl, kaç yaşında?”
NOT: Haftaya Pazar, Türker Ağabey’le ilgili son yazıyı yayınlayacağım. Sürpriz bir yazı…
Mail: erdal.safak@outlook.com
YAZARIN DİĞER YAZILARI
BÜLTEN ABONELİĞİ
Hemen bülten abonesi olun yeni haberlerden anında haberdar olun!