IŞIĞI GÖRÜYOR MUSUN???... Arama kurtarma görevlisi, enkaz altındaki küçük kız çocuğuna "Işığı görüyor musun?" diye seslendi... "Seni görmüyorum ama ışığı görüyorum" diye bir cevap geldi içeriden... Işığı görüyorum diyen o kız çocuğunun sesi günlerce kulaklarımda yankılandı. O çocuk ışığı görmeliydi, karanlıklarda, un ufak olmuş beton yığınları altında olmamalıydı diyerek günlerce yutkundum... Hepimiz ışığı görmek istiyoruz fakat topyekün karanlık tünellerde sıkışıp kalmış gibiyiz. Evet toplum olarak acının tam ortasından geçiyoruz. İki gramlık yaşama sevincimiz de kayboldu sanki... Hevessiz, isteksiz dolanıyoruz ortalarda.Kendi sığınaklarımızda umutla iyileşmeyi bekliyoruz...Tam bu günlerde, başımızı soktuğumuz evlerimizin anlamını sorgular olduk çoğumuz... Ev neydi sizce? Sevdiğimiz insanın dizinin dibi miydi ya da kapısı çatısı olan bir yapı mıydı sadece? Yoksa ev kendimize sığındığımız bir sığınak mı? Toplum olarak her geçen gün, bireysel bir yalnızlığa gömüldüğümüz büyük bir gerçek. Eskisi gibi kalabalık aile hayatları yok artık. Yalnızlığın dayanılmaz hafifliği bir çoğumuzu sarıp sarmalamış vaziyette. Bireyselliğin bu kadar tavan yaptığı bir ortamda, yalnızlık da en doğru karar gibi pompalanıyor insanlara... Bu yalnızlaşma hali gittikçe artan bir eğilim oldu sanki. Aslında hepimiz çok yorgunuz. Kendinize bile tahammül edemediğiniz halleriniz olmuyor mu sizin de? Hepimiz bedeli ödenmiş hikayeler yaşıyoruz. Hele ki şu günlerde ödediğimiz bedel yenilir yutulur cinsten değil... Mutlu olmak istiyoruz ama işin içinden nasıl çıkacağımızı da bilmiyoruz. Kişisel gelişimciler, astrologlar, çakra açmalar, retrolar, nefes terapistleri ortalıkta cirit atıyor. Herkes başının çaresine bakma telaşında. Koyu bir yalnızlık ve mutsuzluk hali ortalığı kasıp kavuruyor. Yaşadığımız bu yüzyıldaki dijital devrim, bizleri çabuk tüketime ve bireyselleşmeye dönüştürdü. Demlenerek yaşamıyoruz artık. Her şey çok hızlı, poşet çay kıvamındayız resmen... Şimdilerde, gülümseyerek hatırladığımız bir çok şey bize çok uzak gibi sanki. Mesela, sevdiğimizden gelecek mektubu aylarca beklemiyoruz. Jane Eyr romanında kahramanın "Sanki sol kaburgamın altından bir ip sımsıkı senin sol kaburgana bağlı" dediği gibi derin sevmiyoruz. Ya da kimse hasretinden prangalar eskitmiyor Ahmet Arif gibi... Ya da hiç kimse, NAZIM gibi "Ve benim birdenbire yüzünü değil,gözünü değil, senin sesini göresim geldi" diye sevmiyor artık... Elimizdeki sözde akıllı telefonlarla, mavi tiklerin, seri halde akan twetlerin ışığında gezinip duruyoruz. Hızla seyredilip unutulan dijital dizilerin, estetize edilen görsel bir dünyanın esiri olmuş vaziyette yaşayıp gidiyoruz. O eski incelikleri nerede bıraktık diye hayıflan mıyor musunuz siz de? Evet zamanın ruhu dedikleri bunu gerektiriyor belki ama eskiden bu kadar mutsuz muyduk peki??? Bunu düşünsek mi acaba? Artık aşklar bile dijital sanki. Romantik aşklar 19.yüzyıl romanlarında kalmış gibi... O adamlar da, o kadınlar da başka bir dünyanın insanı sanki. Evet başka bir çağın içindeyiz. Bizim gibi çevirmeli telefondan, antenli televizyondan bu güne evrilmiş bir kuşak için farkı görebilmek çok daha kolay oluyor galiba... Üst komşumuzun kim olduğunu bile bilmeden yaşayıp gidiyoruz o gizli mabedlerimizde. Annelerimiz gibi yan komşuya bir tabak kısır götürmek ya da pişirdiğimiz kekten iki dilim sarıp, eve gelen bakkal çırağı çocuğun eline tutuşturmak aklımıza bile gelmiyor belkide... Çok meşgulüz hepimiz, kafalarımız öylesine dolu ki inceliklere yer kalmıyor sanki... Geçim derdi deyin, içinden geçtiğimiz yas süreci deyin, zamanın ruhu deyin, vakitsizlik deyin.... Deyin... Pekiii mutlu muyum diye sordunuz mu kendinize?Evet mutlu olmanın bu kadar zor olduğu başka bir coğrafya yok belki ama,her şeye rağmen, var olduğum, nefes aldığım için umutlanmaya değer diyebiliyor musunuz? Peki siz ışığı görüyor musunuz??? Ebru BOZCUK Mart/2023 #ışığı görmek #zamanın ruhu


YAZARIN DİĞER YAZILARI