BİR İSTANBUL HİKAYESİ...

 

Galata ve Pera'da Zaman Tepebaşı'ndaki durakta inip, tünele doğru yürüyorum. Bugün niyetim eski Pera'yı ve Galata' yı solumak... Nedense İstiklal caddesi yerine Pera demek daha nostaljik gelir bana hep... Emek, Markiz,Rejans,Haggopoulos, Sn. Antuan,Lebon, Rebul, İnci, Yakup, İmroz, Narmanlı Han... Söylerken bile içim ısınıyor sanki... Bir taraftan da inceden bir hüzün kaplıyor. Önce Santa Maria ve Sn. Antuan kiliselerine giriyorum. İlahi koro söylüyor.

 

Dinlerin birleştirici gücünü düşünüp,biraradayken ne güzeldik biz diye geçiriyorum içimden... Ardından Çiçek Pasajına giriyorum. "Cite de Pera". İçinde kimler yoktu ki? Acemyan'ın Tütüncü dükkanı, Vallaury'nin pastanesi , Pandelis'in çiçekçi dükkanı, Keserciyan'ın terzihanesi, Yorgo'nun meyhanesi, Sideris'in kürk mağazası... İstanbul'u İstanbul yapan bu çoğulcu ortamda levantenler, beyaz ruslar, museviler, ermeniler, rumlar şahane bir mozaik yaratmışlardı. İşte sırf bu yüzden, 6-7 Eylül olayları bu ülkenin kara sayfalarından en kötüsü diye düşünüyorum. O muhteşem kültür, o çok renkliliğin yarattığı zenginlik yok olup gitti ne yazık ki... Geriye kimliğini yitirmiş, renksiz, ruhsuz bir şehir kaldı sanki ... Galiba, İstanbul da hiç bir Eylül, 1955'inki kadar hüzünlü olmamıştı. Devrimden kaçan beyaz rusların, baroneslerin, düşeslerin bu pasajda çiçek sattıkları günleri düşünerek çıkıyorum pasajdan. Madam Anahit'e selam göndermeyi de ihmal etmiyorum .

 

Sonra Balık Pazarı na geçiyorum. Bu şehirde yaşayıp da bu pasajdan geçmeyen yoktur herhalde. Midye kokuları, kokoreççilerin bıçak sesleri, balık kokuları birbirine karışıyor. Değişmeyen adresim Mercan'a oturup, midye-bira istiyorum. Telaşlı insanları seyrederek, şehrin kokusunu içime çekiyorum. Degüstasyon 'un önünden geçerken büyük usta Orhan Veli' ye selam veriyorum ki çokça uğradığı bir meyhaneymiş.Köşede bir masaya oturup düşünüyorum . Kimler gelmişti acaba bu meyhaneye, neler yenmiş, neler konuşulmuştu?...

 

Topik, tarama, uskumru dolması en rağbette olan mezeler miydi? En iyi lakerda karşıdaki yaşlı balıkçıdan mı alınıyordu acaba? Kimbilir neler yazmıştı büyük usta o tahta masanın üzerinde? Aklıma o meşhur dizesi geliyor.... "Canan ki Degüstasyon'a gelmez, Balık Pazarı'na hiç gelmez"... Belki de o Canan, Orhan Veli' nin hep beklediği kadındı... Her şeye rağmen, hala her sokakta yaşayan bir tarih var. Eskilerin izleri, kokuları var. Keşke kıymetini bilebilseydik... Bu şehirde yaşayanların en büyük korkusu, mekanlarla birlikte anıları da kaybetmek galiba... Sonra Hazzopulo Pasajına giriyorum. Arnavut kaldırımı taşların hala duruyor olması ne güzel... Madam Katia'nın şapkacı dükkanının hala aynı yerde olması ne şahane diye geçiriyorum içimden. Sessizce Tepebaşı'na doğru yürüyorum... İçimden usulca Hoşçakal PERA diyorum... Sonra yönümü Galata kulesine çeviriyorum. Kulenin hemen altındaki Ceneviz kahvesine oturup, bir kahve söylüyorum.

 

Sabahın erken saatleri olduğu için ortalık gayet sakin. Bazen, söylenenin aksine, aslında insanların bu şehri nasıl da yorduğunu düşünüyorum. Şehrin kokusunu içime çekerek kahvemi yudumluyorum. Bir sürü medeniyetin gelip geçtiği, nice kültürlerin yaşandığı,mimarisinden, mutfağına, yaşam şeklinden, konuşulan dillere kadar çok renkli bir şehrin tam ortasındayım.Ladino dilinde söylenen şarkılar, rembetikolar, Rusça şarkılar kulağımda... Bir şehrin hafızasını yaratan, bu ortak değerler aslında... Bu noktada, büyük usta Ara GÜLER İstanbul 'u ne güzel tanımlar.... "İstanbul yalnızca bir şehir değil,bir hayat tarzıdır. Bir dünya görüşüdür, tarihtir. Ben İstanbul' u hep böyle gördüm..İstanbul sokaklarını, evlerini, tarihi yapılarını, içinde yaşayanlarıyla birlikte seyrettim." der... Tüm gizleri içinde saklayan sihirli kulenin altında şehrin fısıltılarını dinliyorum. Bu kadim şehirde;Cenevizliler, Bizanslılar, Romalılar, Rumlar, Sefaradlar, Aşkenazlar, Ermeniler, Süryaniler, Arnavutlar, Boşnaklar, Gürcüler, Çerkezler yaşadılar. Tüm bu kültürler, İstanbul'u İstanbul yapan ortak zenginlikti aslında. Aşağı doğru yürümeye başlıyorum. Galata 'nın bu tarafı tamamıyla bir Yahudi mahallesiymiş bir zamanlar.

 

1492 yılında İspanya' dan gelen Sefarad Yahudileri buraya yerleşmiş. Muhteşem bir mimari var. Üzerinde şapkalı kadın heykellerinin, meleklerin olduğu,ve asil bir İstanbul hanımefendisi gibi dimdik ayakta duran, ince bir zevkin ürünü şahane apartmanlar.Yapım yılı 1880'li yıllara dayanan binalar hala bütün zarafetiyle ayaktalar. Ne dürüst bir müteahhitlik diye içimden geçirmiyor değilim. Biz ne zaman kaybettik bu görsel zevkimizi acaba ?...içim sızlayarak ara sokaklara giriyorum. İlk durağım Terziler Sinagoğu... Avusturya Sen Jorj Hastanesinin arkasında. Aşkenaz cemaati (doğu Avrupa'dan Osmanlı 'ya gelen Yahudiler) için kurulan bir kilise. Küçücük, cadde arasında ama içine girince bambaşka bir dünyanın penceresi açılıyor sanki. İşte İstanbul' un gizemi bu galiba... Sonra Neve Şalom Sinagoğu'na giriyorum.Barış vadisi anlamına geliyor . İçinde mutlaka gezilmesi gereken bir Yahudi tarihi müzesi var. Ve Kırım kilisesi... Yine muhteşem bir mimari. Ummadığınız bir sokağın altında size tüm asaletiyle gülümsüyor. Muhteşem binaları seyrederek, Zürafa sokağa giriyorum. Matild Manukyan'ı abat eden sokak. Sonra Galata Şarap iskelesi sokağı tabelasını görüyorum. Ne hoş bir sokak ismi...

 

Karaköy o zamanlar çok zengin bir liman şehriydi ve gemilerle gelen tüm mallar için sokak isimleri vardı. Yalnızca Kamondo Apartmanı değil, İstanbul 'daki bir çok tarihi yapıyı, görkemli binayı ve hatta Kamondo merdivenleri gibi zarif eseri yaptırmış bir Sefarad aile olan Kamondo ailesinin hikayesi ise, ne yazık ki çok trajik. İstanbul' u, Osmanlı'nın çöküş yıllarında terk ederek, Paris' e yerleşen ailenin tüm fertleri, 2.Dünya savaşında Auschwitz'e yollanarak can vermiş... St. Pierre kilisesi... Her sabah İtalyanca ayin düzenleniyor. Sanki bir zaman tünelinin içinde gibiyim. Tütsü kokuları, yanan mumlar, freskler ve bin yıllık bir gelenek... Büyüleyici bir ortam. St. Pierre Han... Tarihi 1730'lara dayanan büyük han şimdi İstanbul Belediyesi tarafından restore ediliyor. Böylesine köklü bir tarihe sahip şehirde, bu muhteşem yapıların, yıllarca kendi kaderine terk edilmesi ne hüzünlü. Bir taraftan içim acırken, diğer taraftan da böylesine kadim bir kültürün içinde olmaktan duyduğum hazla yürümeye devam ediyorum. Gözümün önüne köfteci Mösyö Moiz, Avram kardeşler, Belifante pastanesi, berber Mösyö Cibili, börekçi Mösyö Aruh, mezeci Yomtov, Aşer Levi şarap evi geliyor. Bu isimler, kayıtlardan okuduğum Galata esnafı. O şık kadınlar, o şık beyler geliyor gözümün önüne. Bu uzun yürüyüşün ardından, Tünel 'de bir şarapevine giriyorum. "Aşer Levi' nin şarap evi mi?" diye soruyorum... Garson şaşkın, şaşkın yüzüme bakıyor. Ben de gülerek, "Olsun, sen bir kadeh kırmızı şarap ver" diyorum... Tüm gidenlerin ruhuna ve bıraktıkları izlere teşekkür ederek şarabımı yudumluyorum... Ebru BOZCUK


YAZARIN DİĞER YAZILARI