Bundan birkaç yıl önce Senaryosunu yazdığım ve ortak yapımcısı olduğum Rainbow adlı kısa filmim için Fenoreporter ailesine misafir olmuştum. Yıllar sonra bu köşede ailenin bir parçası olarak yer almaktan son derece mutluyum.

Bunu bir tanışma yazısı olarak değerlendiriyor ve bir türlü gelmek bilmeyen yaza inat çiçekli elbisemi giyip, taze demlenmiş kahvem ve geçen haftalar da yalancı bahara kanıp ektiğim çiçeklerim ile balkonumda oturup ilk yazımı yazarken aklıma filmlerle ikonikleşen şeyler geldi.

   

Mesela; havuçlu tarçınlı kek- ıssız adam, Audrey Hepburn’ün Tiffany’de Kahvaltı filminde her sabah yediği kruvasan ve kahve gibi veya Erol Taş’ın tavuğun etini tek seferde sıyırdığı o film sahnesi gibi. Yıllar önce bir dergi yazısında bir filmin hafızalara kazınan sahnelerinin genellikle yemek sahneleri olduğunu okumuştum.  Çok doğru.  Ne zaman yeni bir hikâye üzerine çalışmaya başlasam aklıma gelen ilk şey ‘’Karakterim neyi sever? Nasıl yerdi?’’ gibi ayırt edici özellikleri bulmak oluyor. Zaten gerçek hayatta da böyle değil mi?

Boşuna dememişler her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır diye. Karakterimize yüklediğimiz her özellik onu iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi kalıplara sokar. Seyirciye onu sev veya sevme deriz. Tıpkı gerçek dünyada olduğu gibi. Neyse uzun lafın kısası bir senarist için karakterini iyi tanımaktan daha güzel bir şey yoktur.  Bu arada ikonikleşen filmlerde sizin aklınıza neler hangi karakterler geliyor? Benim ile paylaşmak isterseniz instagram veya mail üzerinden iletişime geçebilirsiniz.  

 


YAZARIN DİĞER YAZILARI