Tülbent Kuruyuncaya Kadar!
Anneannem hep “Karı koca arasındaki küslük tülbent kuruyuncaya kadar olmalı” derdi.
Bu tarif, genç kızlığımda bana hep çok romantik gelirdi.
İnsan sevdiğine neden küserdi ki,elbette çabucak barışılmalıydı diye geçirirdim içimden.
Yıllar sonra bu durumun hiç de böyle olmadığını hayat çok iyi öğretti bana…
Ne yastıklar yorganlar kuruyordu da küslük bitmiyordu çünkü canını fena acıtmışlardı.
Evlilik galiba o naif kuşağın işiydi ve bizim kuşak bunu pek beceremiyordu.
Kimbilir belki de artık “Gülünce gözlerinin içi gülüyor”diyen o naif adamlar yok ya da “Bir bahar akşamı rastladım size,sevinçli bir telaş içindeydiniz” diyen o zarafet ya da “Unutturamaz seni hiçbir şey” diyen o coşkulu aşklar yok.
Geçenlerde bir aile dostumuzun kızının altı ay sonra boşandığını ve gerekçelerinin de heyecanlarının bittiğini duyunca aklıma anneannemin sözü geldi yine.
Tülbent kurumuştu fakat bu sefer de heyecan bitmişti işte.
Düşününce altı ay içinde neyin heyecanı bitebilirdi ki diye sormadan edemiyor insan…
Heyecan hep var olabilir miydi ya da muadili ne olabilirdi,işte burası ayrı bir muamma.
Oysa anneannem o huysuz dedemin kahrını ne çok çekmişti.Her yemeğe kusur bulan,ağzından bir çift güzel söz çıkmayan kocasına son gününe kadar büyük bir fedakarlıkla bakmıştı.
Galiba fedakarlık eski zamanların sözcüğü olarak lügatımızdan yok olup gidiyordu da biz farkında değildik.
Esasında onların “Fedakarlık” dediği bu sürece, öğrenilmiş çaresizlik de diyebiliriz sanki…
Evlilik belki de bu çağın işi değil artık.Boşanma oranlarının bu kadar arttığı ve doğum oranının son yılların en alt seviyesine düştüğü güzel ülkemde başka şeyler sorgulanmaya başlıyor sanırım.
“Ben mutlu muyum,bütün bu yaptıklarım karşılık buluyor mu,kıymetim biliniyor mu?” diye sormaya başlıyor insan kendisine ve kimse ikili yalnızlıklar içinde ıskalanmış bir hayat yaşamak istemiyor artık.
Ekonomik özgürlüğü olmayan kadın bile bir yerde isyan ediyor ve direniş mücadelesini başlatıyor.
Nuri Bilge CEYLAN’ın Kış Uykusu filminde muhteşem bir replik vardır.
Kadın eşine “Seninle cebelleşeceğim diye bütün güzel huylarım değişti”diyordu. İşte o an içimin titrediğini hissetmiştim.Hiç kimse kendisine böyle bir ceza vermemeliydi.Bırakmanın da bir güzelliği,zarafeti olmalıydı.
Bir evlilik asla içindeki kötüyü çıkarmamalı,bilakis yüzünde güller açtırmalıydı insanın.
Sevmenin bile bittiği,yorduğu bir yer var esasında…
İşte o anı çok iyi tahlil etmek lazım.
Bizim gibi toplumlarda evlilik kadının üzerine yüklenen bir sorumluluk ağına dönüşüyor çoğunlukla.
”İyi günde,kötü günde “ diye çıkılan o yolda kadın birdenbire yolun ortasında dımdızlak kalıverdiğini fark ediyor.İşte o an uyanışın ateşi körükleniyor.
Burada Schopenhauer’in şu sözü aklıma geliyor.”Evlilik haklarınızı yarıya indirmek,görevlerinizi ikiye katlamak demektir” der.Bunu kabul edebilecek de bir babayiğit lazım derim ben de ki zor zanaattır.
Her şeyden vazgeçme,katlanma,sabretme ve dayanma anaforuna giren o evlilik,gün geliyor ortasından derin bir darbe alıyor.
Tıpkı bir aysberg gibi yıllarca denizin içinde bekleyen o buzdağı paramparça oluyor.Velhasıl sevgi yoksa buzdağı bile eriyor.
Sıcak bir dokunuş,bir çift tatlı söz,dinleyen anlayan bir yürek,tatlı bir bakış yoksa çatırdama başlıyor.
Oysa ne kadar kolaydır bir kadını mutlu etmek fakat bizim buralarda sevmek zor zanaattır.Ağam,paşam diye yetiştirilen o adamlara ne yazık ki en önemli şey ,yani “SEVMEK” öğretilmemiştir.
Mutsuz bir evliliği “Ama eşin de iyi bir insan “sözü asla kurtarmıyor.Evlilikler iyi insanlarla değil,sevgiyle ayakta kalıyor ve çoğunlukla o iyi insan dediğiniz adam sevgisini göstermeyi bilmiyor.Neticede biz de müneccim değiliz ya sevilip sevilmediğimizi anlayalım.O vakit dil ne güne durur ki?
Şimdi bana belki de evliliğe karşı mısınız diye soracaksınız, hemen cevap vereyim,asla karşı değilim.Birbirini anlayan,saygı duyan,yıllar geçse de el ele yürüyen,karşılıklı akşam keyiflerini yapan ve uzun sohbetler edilebilen evliliklerin var olduğuna inanıyorum.
Benim karşı olduğum tek şey,birbirini sevmeyen karı kocalar,işte bunu kabul edemiyorum.
O sevgisiz evlere,duygusuz sabahlara ve o evde büyüyen mutsuz çocuklara karşıyım.
Hiç kimse, böyle bir yalnızlığa layık görmemeli kendini diye düşünüyorum.
Neden bu çaresizliğe teslim olunur ki,ne de olsa Cahit ZARİFOĞLU’nun dediği gibi, “Bir insan sevip,bir çiçek koklayıp usulca geçip gidecektik bu dünyadan”…Bu kadar zor mu olmalı bu iş?...
Mutsuz bir kadın asla mutlu çocuklar yetiştiremez.Çocuk için evliliği yürütmek yerine şunu bir netleştirmek lazım.
Çocuk sizin hayallerinize mi hizmet edecek,yoksa mutlu olduğunuz bir evliliği çocukla mı taçlandıracaksınız?İşte burası pek mühim.
Meksikalı sürrealist ressam Frida Kahlo’nun babasına sorduğu soruyu hatırlıyorum.
“İyi bir evliliğin sırrı nedir baba”
“Kötü bir hafıza kızım” der.
Bu durum çok acımasızca gelmiyor mu size de?Her anımız pek kıymetliyken,unutmaya mı meyletmek bu işin sırrı?
Gördüğünüz gibi işin içinden çıkılacak gibi değil.
Sizin dilinizi konuşmak istemiyorsa eğer,başkalarının dilini öğrenmekle geçirilmeyecek kadar kısa bir hayat bu.
Galiba AŞK ,kavuşuncaya kadar geçerliliği olan bir şey…Aşık Veysel bunu çok güzel tarif eder. "Bir oğlan bir kıza kavuşamaz işte onun adı aşktır" der...
Aşk, sonrasında çoğunlukla karşılıklı iktidar savaşına dönüyor ne yazık ki…
Lakin günün sonunda tülbentin kurumasını bekleyen bir ademoğlu varsa eğer işte o vakit gül gibi geçinip gidersiniz.
Yeter ki diller latif,kalpler hafif,muhabbetimiz bol olsun…
Ebru BOZCUK