Gazeteci ve yazar Sinem Nazlı Demir kitabı 'Katilimi Tanıyorum' ile ilgili konuşurken gündeme dair dikkat çeken açıklamalar yaptı. İşte Sinem Nazlı Demir'in açıklamaları...
Röportaj: Fenoreporter - Haber Merkezi
-Sinem Nazlı Demir kimdir? Kısaca kendinizden bahseder misiniz?
1998 yılında İstanbul’da doğdum. Okul hayatımda kariyerimi şekillendirirken gazeteci olmaya karar verdim ve bu süreçte de sivil topluma yöneldim. Kadın ve çocuk hakları özelinde sayısız projeye imza atan Farkına Var Derneği’nin kurucu lideri oldum ve 22 yaşındayken de insan hakları özelinde muhabirliğe başladım. Kadın cinayeti ve çocuk istismarına yönelik ihbarlardan ailelerle ve hayatta kalanlarla görüşmeler yaptım, sonrasında haberleştirip kamuoyuyla paylaştım. Bir süre İstanbul Adliyesi’nde yargı muhabiri olarak çalıştım ve burada da yine cinayet, şiddet, cinsel istismar duruşmalarını izledim. 21 yaşımda başladığım kitabımı 25 yaşımda bitirdim ve bu dönemde onlarca uzman, aile ve kadınla görüştüm. Fiziksel ve cinsel şiddete maruz bırakılan kadınlarla ve kayıp yakınlarıyla röportajlar yaptım. Aynı zamanda sosyal sorumluluk projelerime ve insan hakları odaklı belgesellerime de devam ettim. Amacım çocukların ve kadınların ikinci sınıf muamelesi görmediği bir Türkiye’nin inşasına katkı sağlamak ve bu mücadelede basın ve sivil toplum çalışanı olarak görev almak. Çünkü; unutulmaması gereken olaylar ve hak ihlalleri yaşıyoruz ve artık unutursak tekrarlanacakları bir sürecin içerisindeyiz.
-‘Katilimi Tanıyorum’ kitabı fikri nasıl ortaya çıktı? Neden bu kitabı yazmak istediniz?
Kadın alanında çalışan bir muhabir olarak kadına yönelik şiddetin ve yaşam hakkımıza yönelik artan risklerin boyutunun medyada gözüktüğünden çok daha büyük olduğunu fark ettim. Her bilgiyi haberlerde veremiyoruz ancak hikayelerin geneline baktığımızda karşımıza aşağıdaki sonuçlar çıkabiliyor:
-Planlanmış cinayetler
-Adalet sistemine güvensizlik
-Cezasızlık politikası
-Siyasilerin dilinden cesaret alan failler
Bu nedenlerle sadece 8 Mart’ta ülke genelinde önemsenen kadın hakları meselesini her gün konuşmamız için bu kitabı yazdım. Kadınların hayatları ne tek bir güne; ne de tek bir siyasinin kararlarına bağlıdır. Mücadelemiz kadın cinayetleri azalana kadar değil, bitene kadar devam edecek.
-Türkiye’de kadına şiddet konusu giderek yoğunlaşıyor. Türkiye’deki kadına şiddet konusunda söylemek istediğiniz şeyler nelerdir? Bu derece yoğun bir şekilde kadına şiddet konularının çoğalmasının sebebi sizce nedir?
Kadına yönelik şiddetin nedenlerini ve sonuçlarını irdelerken bu konuyu çocuk hakları ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden ayrı düşünemeyiz. Var olan tabu ve ön yargılar bizlere çocukken aşılanıyor, sonra o çocuklar büyüyor ve yetişkinlik dönemlerinde kadınların ikinci sınıf insan oldukları, ‘korunmaları’ ve kısıtlanmaları gerektiği düşüncesinden çıkamayabiliyorlar. Temeli çok tarihsel olmakla birlikte ekonomik eşitsizliğin de kadına yönelik şiddette önemli bir negatif etkisi mevcut. Kendi ekonomik özgürlüğüne sahip olmuş kadınlar olursa hapsedildikleri evlerden ve şiddeti üreten mekanlardan ayrılabilme olasılıkları da artar. Bir diğer önemli husus da eril medya dilinin çocukları ve failleri nasıl etkilediğidir. Türkiye’deki kadına şiddet meselesi, medyanın dili düzelmezse sonlanmaz. Kadınları kadın kimliklerinden dolayı olumsuz yönde öne çıkartan ve haber adı altında ötekileştiren patronların her birinin bu eşitsizlikte parmağı var.
-Başka bir kitap projeniz bulunuyor mu? Var ise nedir? Ne zaman yayınlamayı düşünüyorsunuz?
Yakın zamanda yeni bir kitap projesine başlayacağım ve amacım dünyadaki çocuk ve kadın ‘ticaretini’ anlatmak olacak. Bu suçun derin devletlerin aygıtlarıyla nasıl el altından ve meşrulaştırılarak 21. yüzyılın kölelik anlayışına hizmet ettiğini anlatacağım.
-Türkiye’deki televizyon yayınlarını sosyolojik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hukuk devletinde suç olması gereken yayınlar her gün kamuoyuyla buluşuyor. Ceza ehliyeti olmayan bireyler konuşturuluyor, kadınların yaşamları ‘ahlak’ kisvesi altında tüm ülkeyle paylaşılıyor ve katılımcıların unutulma hakları hiçe sayılıyor. Bu yayınları izleyenlerin bakış açıları ‘normal’ ve ‘anormal’ kavramlarını sınırlandıran söylemlerle yönlendiriliyor ve herhangi bir hak ihlaline şahit olduklarında ‘orada ne işi varmış ki?’ sorusunu sorabiliyor; mağdur suçlayıcılık yapabiliyorlar. Tehlike, çok uzağımızda değil. Bir kumanda yakınımızda.
-Sizce Türkiye’de toplum söylendiği gibi daha etik dışı ve tehlikeli bir sürece mi evriliyor? Bu haksızlıkları azaltıp yeniden birbirimize güvenme aşamasını nasıl inşa edeceğiz?
Öncelikle, tüm bu gelişmeler ışığında kimse daha iyi bir sürece gittiğimizi söyleyemez. Ancak ümitsiz bir şekilde de mücadeleye devam edilmez. Yıllar ya da asırlar geçse de tam eşitlik için failleri koruyan kolektif yapıya karşı mücadele etmemiz gerekiyor. Bu mücadele ise kadın cinayetlerine sadece üzülmekle ve tepki göstermekle olmayacak, gündelik yaşamımızda eşitlik özelinde davranışlarımızı ve fikirlerimizi düzenlemezsek ‘kınamaya’ devam edeceğiz.
-Son olarak okuyucularımıza kadın hakları meselesine eşit bir pencereden yaklaşmaları için vermek istediğiniz bir öneri var mı?
Bu soruyu kitabımın cümleleriyle yanıtlamayı isterim:
Bu kitapta hikâyesini okuduğunuz her kadın, bu coğrafyanın hak ihlallerinin sadece görünen yüzleridir. Görünmeyen hikâyeler henüz basına yansımadı, duruşmaları görülmedi ve sesleri yankılanmadı.
Oysa, hepsi önlenebilir cinayetlerdi:
Başak Cengiz’in satırla katledilmesi, önlenebilirdi.
Ceren Özdamar’ın evine girerken bıçaklanarak katledilmesi, önlenebilirdi.
Aylin Sözer’in boğazının kesilerek katledilmesi, önlenebilirdi.
Bu kitabı yazdığım sırada, boynundan vurulduğu için haberini yaptığım, hastanede yaşam mücadelesi verirken 9 gün sonra yaşamını kaybeden Ülkü Deniz Ersöz’ün katledilmesi, önlenebilirdi.
Birbirimize dürüst olmadık, öldürülen kadınların sayısına göre tepki verir olduk ve şimdi her ay onlarca kadının katledildiği bir ülkede yaşıyoruz. Ne sadece tek bir kişiyi suçlayabilir; ne de elde ettiğimiz bu sonuçtan kaçabiliriz.
Kimse unutmasın yaşananları, birimiz unutursa diğeri hatırlatsın.